İran-ABD Anlaşması bölge ve Türkiye İçin Ne Demek?
ilhan tanir
23 aydır süren İran ile Batılı güçlerin nükleer müzakerelerinde, özellikle son haftalarda daha gerçekçi görünmeye başlayan anlaşma Salı sabahı imzalandı.
Anlaşmadan kısa süre sonra İran cumhurbaşkanı Hassan Rouhani İran televizyonlarında yayınlanan canlı bir konuşma yaptı ve anlaşmanın Ramazan’ın 27. günü, Kadir gecesinde bitirildiğini hatırlattı.
Siyasi İradeler Yerindeydi
Anlaşma olabilmesi için öncelikle her iki tarafta (ABD ve İran), anlaşma arzusunun yerinde olması gerekiyordu. Bu kez, Obama yönetimi ile Ruhani yönetimi böyle bir müzakereyi yapabilmek için gerekli olan en önemli şart olan ‘siyasi irade’ ye sahiptiler. Ruhani yönetimi derken tabi ki bunun ancak ve ancak Ayetullah’ın siyasi iradesinin de anlaşma için yerinde olduğunu kaydetmek gerekir.
Obama yönetimi de, eşine ender rastlanabilecek realist ve paragmatik bir Amerikan yönetimi duruşuyla, Tahran için umulmaz bir ortak olarak nükleer anlaşmaya yolları ardına kadar açmıştı.
Obama neden Tahran’la Anlaşmak (Arkadaşlik) İstedi?
Bunun birkaç nedeni var. Bana göre en önemlisi, İran, Batı’ya, jeostratejik önemiyle, uzun soluklu hedefleri ile, rasyonel ve ağır bedeller ödetebilen bir düşman olduğunu ispat etti. İran, çevresindeki (Arap Baharı ile artan) bütün karışıklığa rağmen, kendi içinde istikrarını korudu. Uranyum zenginleştirme teknolojisi hakkına sahip olduğunu dünya güçlerince onandığını kabul ettirirken, kendisi, bir nükleer bombaya çok yaklaştıracak ‘hassas faaliyetlerini’ sınırlamayı kabul etti. Bu sınırlamaların çoğu 10 yıl içinde kalkacak. Diğer taraftan ise, the Daily Telegraph’dan David Blair’e göre, İran en az on yıl için uranyum zenginleştirme kapasitesinin üçte-ikisinden fedakarlık etti. Ama askeri kurumlarının 'her an, her yerde' teftişe açık olması şartını reddetti.
Bunun karşılığında İran, kendisine konan ambargoların kaldırılmasını kabul ettirdi. Bu anlaşmanın ABD açısından ambargoları kaldırılabilmesi halen ABD Kongresinin kabulünü gerektiyor. Bunun zaman alacağında herkes hemfikir. ABD Senatörü Bob Corker, ki kendisi Senato’nun Dışilişkiler Komitesi başkanlığını yapıyor, Eylül’den önce bu anlaşmanın oylamasının Senato’da olmayacağını ilan etti. Önümüzdeki dönemde, anlaşma ile ilgili olarak Senato ve Temsilciler Meclisinde yapılacak Komite toplantılarının tansiyonlu ve heyecanlı geçeceğini beklemek gerekir.
İran, ABD’yi bir anlaşma yaptırmayı zorladı çünkü uzun yıllar boyunca ABD’nin birçok dışpolitika çıkarına set çekebildi. Afganistan savaşının başlangıcı hariç, 2004 yıllarından itibaren zorlaştırıcı rol oynamaya başladı. Irak işgali sonrası, Şii militanlarını ve etkisini kullanarak, birçok Amerikan ordu gücünü Irak’da hedef aldı. Irak işgalini ABD için mümkün olabildiğince bedelli yaptırdı. Sonunda da, Bush yönetiminin sona ermesiyle, karşısında kendisinden destek isteyen bir ABD yönetimi buldu. Amerikalılara, kendisine danışılmadan Irak’a istikrar gelemeyeceğini öğretti.
2011’den beri ise, bu kez Suriye rejimine sahip çıktı. Bir taraftan Hizbullah diğer taraftan Esad’a verebileceği bütün desteği sundu. Tahminlere göre, 15 ila 19 milyar dolar civarındaki askeri ve ekonomik yardımı her yıl Suriye’ye pompalayarak, Esad’ın ayakta durmasına yardım etti.
İran ile ABD ayrıca IŞİD’e karşı da, özellikle IŞİD’in Musul’u aldığı 2014 yılının yaz aylarından beri daha da yakından ve birlikte çalışıyor.
Kısacası İran, Afganistan, Irak ve Suriye, bunlara ek olarak IŞİD'e karşı ihtiyaç duyulması ve Yemen’deki etkisi ile Washington’ı bu ‘akıllı’ düşman ile dost olmanın çıkarına hizmet edeceğine ikna etti.
Obama’nın Seçenekleri
Obama’nın önünde iki yol vardı. Ya, İsrail, S. Arabistan gibi geleneksel müttefiklerinin nükleer anlaşmasına tümüyle karşı çıkmasına rağmen, İran ile uzun dönemli bir ısınma sürecine girecekti. Ya da, İsrail ve S. Arabistan ile olan geleneksel müttefikliğine devam edip, kendi yönetimi veya bir sonraki Amerikan yönetiminin İran’a hava saldırıları düzenleyerek, daha büyük bir bölgesel kaosa giden yolu kabul edecekti.
Amerikan halkının Irak ve Afganistan savaşları sonrası, Ortadoğu’da, hem de bu kez İran gibi çok daha güçlü ve kabiliyetli bir düşmanla savaşa girmesine büyük oranda karşı olduğu aşikardı.
Obama, ‘doğal denge’ politikasına seçti. Bu şu demek: ABD’nin Ortadoğu’daki ayak izini mümkün olduğunca hafifletmeyi, ve bölgeyi mümkün olduğunca kendi dinamiklerine bırakarak, bir equilibrium’ veya ‘kendi doğal dengesine’ ulaşmasını hedefleme politikasıydı bu. Bu politikanın anlatımı ve tasviri, birçok farklı Obama yönetimi yetkilisi tarafından yıllardır yapılıyor.
Bir tarafta savaşları bitirmeye gelmiş, Afganistan ve Irak’daki askeri görünürlüğünü minimuma indirmiş, bütün baskılara rağmen Suriye krizine askeri olarak en uzakta durabilmiş Obama yönetimi, Afganistan, Irak ve Suriye’deki sıkıntılarında etkiliyeci faktör ülke olan İran’ı dost ve müttefik olmasını istedi. Bir taraftan da, Ortadoğudaki bu sıkıntılı konuları bizzat İran’a devretme yolunu açmış oldu.
Bu anlaşmadan sonra, iki ülkenin en yakın zamanda Suriye ile ilgili olarak yeni bir diplomasi yolunu açmak için çalışmalara başlaması kimseyi şaşırtmamalıdır. Her ne kadar şimdilik taraflarca bu yönde somut işaret gelmemiş olsa da.
Ankara kayıplarda
Ankara’nın özellikle son iki yıldır tümüyle içine kapandığı ve kendi (Erdoğan’ın) hayal dünyasında ‘dürüst’ ve ‘değerli’ yalnızlıkla politika izlemekle övündüğü bir ortamda, İran, tarihe geçecek bir anlaşmayı ABD ile yaptı.
Böylece İran son yıllarda artan ‘mantıklı ve rasyonel’ aktör olduğu izlenimini perçinlerken, Türkiye kendi içinde çabaladı. Gezi protestoları ile dengesini tümüyle kaybeden Ankara, iktidardaki siyasi partinin ve liderlerinin kendi siyasi geleceğinin etrafında yaptığı hayati mücadele nedeniyle dış politikada değişime gidemedi. 2014 yılındaki iki seçimde, içeride oy toplayamaya yarayan, dışarıda ülke çıkarlarına büyük zarar veren İsrail, Mısır ve Suriye politikalarını izlemeye devam etti. Çünkü bu politikalardan seçimler öncesi dönüş, AKP’nin son yıllarda izlediği dış politikanın yanlışlığını itiraf anlamına gelecekti.
Seçimlerden sonra gerek IŞİD yanlısı medya ve militan bulma network’lerine polisçe yapılan baskınlar, gerekse Ankara’nın dış politikada en azından kırıp-dökmeyen retoriği, seçim sonrası ülkeyi yönettiği anlaşılan devlet bürokrasinin ipleri geçici olarak aldığında yaptığı ‘düzeltme’ politikalarını andırıyor.
Türk dış politikasındaki acil U dönüşü ihtiyacının Başbakan Davutoğlu tarafından görüldüğüne inananlardanım. Bundan dolayı CHP ile bir koalisyon, zor olsa da, ülkenin yapması gereken bazı dış politika değişim adımlarını Davutoğlu’na daha kolay attırabilir.
Son iki yıldır ABD’ye rağmen Suriye’de işler çevirmeye çalışan Türkiye, şimdi İran-ABD yakınlaşmasına destek olarak, Suriye krizinin sonuçlanması için var gücüyle destek olmanın yolunu aramalıdır.
Önümüzdeki dönemde, İran’ın Batı ve dünya pazarlarına tedirici de olsa açılışına tanıklık edeceğiz gibi. Bu dönemde Türkiye yeniden akılcı ve ülke çıkarlarına hizmet eden çıkarcı, rasyonel ve pragmatik dış politikaya geri dönmelidir.
Türkiye, özellikle son 2-3 yıl içinde izlediği hırslı, alıngan, romantik, inatçı, ideolojik, iç politikaya oynayan dış politika dönemini kapatarak, bir kez daha barışçıl, ülke çıkarlarını bir bütün olarak saptayarak ona göre hareket edebilen, Kürtfobi yi bir kenara koyarak, Suriye’deki Kürtlerle birlikte hareket ederek oradaki gelişmelerde daha etkili olabilecek adımları atmanın yollarını araması gerekiyor.
ABD’nin, dünyadaki diğer 192 ülke gibi önce çıkarlarını düşünen bir aktör olduğunu hatırlayıp, ABD’yi tersleme ve suçlamalarla kendi çıkarlarına destek olabilecek bir ittifaklık ilişkisine sokamayacağını anlamış olması gerekir.
Kahve kokusu Viyana’dan geldi. Ankara’nın uyanma vakti. 75 milyonluk bir ülkeyi refaha ulaştırmaları gerekiyor. Girilen ters dışpolitika yollarından bir an önce çıkmaları gerekiyor. Önceli Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de dediği gibi, Libya'dan Mısır'a ve bütün Ortadoğu politikası ve dış politika "kafasi" DEĞİŞİM istiyor.